BİR KÖLENİN ÖYKÜSÜ: SERGÜZEŞT

 


"Zavallı çocuklar! Sizin o mini mini elleriniz, eski Asya vahşetinin kullandığı ve birkaç asırdan beri insanlığın zorbalığı altında inlediği esaret zincirlerini kırmak için değil, belki kendiniz gibi küçük kuşları, güzel çiçekleri okşamak içindir."


Ne denir ki? "Bahtım beni mıhlamış bu cüceler, bu devler ülkesine / Sığınmışım ıssız gölde bir kamış gibi küskün, sabrın gölgesine."  Böyle yorumlamış esareti Behçet Necatigil. Esaret; evsizliği, kimsesizliği, aşağılanmayı, köleliği ve tüm insanlık onurunun ayaklar altına alınmasını kapsar. İnsanlığın her döneminde türlü şekillerde görülen kölelik, günümüzde dahi isim değiştirmiş hallerine hâlâ şahit olduğumuz bir mevhum. 

Tanzimat Dönemi'nde kaleme alınan Sergüzeşt, Samipaşazade Sezai'nin bu topraklarda tanık olduğu esaret ve köleliğe bir eleştirisidir. 


    SAMİPAŞAZADE SEZAİ:


Yazar, 1859 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Osmanlı Devleti'nin ilk Maarif Nazırı Abdurrahman Sami Paşa'nın oğludur. Babasının konağındaki eğitim yıllarında Farsça, Arapça, Fransızca, Almanca; daha sonra Londra'da görev yaptığı yıllarda İngilizce öğrendi. 1880'de Evkaf Nezaretinde memur oldu. Bir süre Londra elçiliğinde ikinci kâtip olarak görev yaptı. 1885-1901 yılları arasında İstanbul'da verimli bir dönem geçirdi. Abdülhak Hamit, Recaizade Ekrem, Namık Kemal'le yakın dost oldu. 1888'de yazdığı Sergüzeşt romanıyla Türk edebiyatının ilk romancıları arasına girdi. 1891'de yayımlanan Küçük Şeyler kitabında hikâyelerini toplayarak Batılı anlamda öykünün ilk örneklerini vermiş oldu. Sergüzeşt romanı yüzünden göz hapsine alındığını düşünerek 1901'den 1908'e, Meşrutiyet'in ilanına kadar Paris'te kaldı. Madrid ve İsviçre'de de görev yapan Sezai, 1930'da, İstanbul'da hayata gözlerini yumdu.


    SERGÜZEŞT:

----------------------------------------içerik uyarısı---------------------

"Çerkez asıllı, dokuz yaşında kul cinsi bir esir kızı, hiçbir hastalık, illet ve sakatlığı olmaksızın, Harput Mal Müdürü sabık Mustafa Efendi'nin hanımına kırk adet Osmanlı lirası karşılığında sattığımı bildiren işbu senet, yazılarak adı geçen hanıma teslim kılındı."


Dilber 9 yaşında, Kafkasya'nın bir köyünde esir tacirlerinin eline düşer. İstanbul'a getirilip Mustafa Efendi adındaki bir memura satılır. Evin hanımı çok sert ve acımasızdır. Burada gücünün üzerinde çalıştırılan Dilber, sürekli aşağılanmakta, en ufak hatasında dayak yemektedir. Buradan kaçmayı denemişse de başarılı olamaz. Yakalanıp geri getirilir. 

-------------------------------------içerik uyarısı----------------------------


Sergüzeşt; esaret ve insan ticareti üzerine yazılmış olan eserlerimizin en ünlüsüdür. Samipaşazade Sezai, bu romanı babasının konağında gördüğü esir kadınlardan ilham alarak yazdığını söyler. Romanın ikinci baskısının ön sözünde ise Dilber'in macerasının, dönemin aydınlarının yaşadığı buhranın da bir temsili olduğunu ima eder. Yazar, kölelik ve esaretin her halini eleştirir. 

Tanzimat yazarlarına baktığımızda cariyelik meselesine bakış açılarının pek de olumsuz olmadığını görüyoruz. Bu tavırlarında bir çelişki olduğunu düşünebiliriz. Tanzimat aydınları Batı'yı referans alarak yeni ve modern bir toplum oluşturmaya çalışırken genel itibariyle cariyeliği bu modernleşme sürecinde bir problem olarak görmüyorlar. Samipaşazade Sezai bu noktada diğer Tanzimat aydınlarından ayrılıyor. Ona göre, modern bir toplumda ya da modernleştiği iddia edilen bir toplumda cariyelik kurumu hiçbir şekilde yer almamalıdır. Sergüzeşt romanına baktığımızda bu iddiasına kanıt olarak iki argüman sunduğunu söyleyebiliriz: 

1. Bu insanların bazı evlerde refah bir yaşama kavuşturulmuş olsalar da aslında pek çok evde son derece zulüm ve işkence altında da oldukları, dolayısıyla bunun kabul edilemezliği.

2. Bu insanların doğup büyüdüğü yerlerdeki ailelerinden koparılmışlığının trajedisi.


------------------------------------------içerik uyarısı---------------------------

"Odanın kapısını çekip de sofayı geçerken, esircinin uzaklaşmakta olan ayak sesini dinleyerek artık hiçbir ses işitemediği zaman bu gamlı hanenin mezar gibi soğuk, müthiş odasında yalnız başına kaldığını anlayarak vücudunda dolaşmaya başlayan hafif bir titremeyle yatağına girdi."


Dilber'in sahibi Mustafa Efendi, Erzurum'da bir ilçe kaymakamlığına atanır. Borçlarını ödemek ve yol için gerekenleri sağlamak için Dilber'i bir esirciye 65 liraya satar. Esirci Dilber'i kendi evine götürür. Bu evde, kendisi gibi esir kızlarla birlikte esirci tarafından kırbaçlanarak eğitilir. Daha fazla para etmesi için ona müzik, okuma ve ev işleri öğretilir. Ardından bir gün bir paşa konağına satılır.

Karısı ve tek oğlu Celal'le yaşayan Asaf Paşa'nın konağında huzurlu bir hava vardır. Dilber için bu konak, aşkı ve huzuru bulacağı yegâne yer olacaktır. 

-----------------------------------------------içerik uyarısı---------------------------


Cevdet Kudret: "Sergüzeşt'te Türk romanının romantizmden realizme geçişi açıkça görülür." der. Bir geçiş dönemi eseri olduğu için her iki akımın da özelliklerini taşımaktadır. Sezai, bir yandan esir kadınlarla ilgili gözlemlerini yansıtarak realizme, bir yandan da Namık Kemal'in şairâne üslubunu kullanarak romantizme yaklaşmıştır. Güzin Dino ise bu eserin hiçbir şekilde realist olarak kabul edilemeyeceğini söyler. Çünkü ona göre Sezai, cariyelerin gerçek yaşamını yansıtmamış, hayali olaylar yaratmıştır. 

Dilber'in yaşadığı birtakım güçlükler, son derece abartılı bir biçimde ve üst üste gelişecek şekilde anlatılıyor. Sahnenin bu kadar siyah çizilmiş olması bu eseri romantik edebiyatın içerisine oturtuyor. Peki neden bu eser realist olarak kabul ediliyor? Birincisi, realist edebiyata yaklaştırıcı tasvir bölümlerinin olması. Özellikle Edirnekapı ve oradaki mezarlık betimlemesi, gözümüzde 19. yüzyılın sonundaki Edirnekapı'yı canlandırır. İkincisi ise Dilber'in başına gelen felaketlerin natüralist bir çizgiyle realizmin de ötesinde çizilmiş olması.


------------------------------------içerik uyarısı------------------------

"Yıldızlar karanlık içinde parladığı gibi fakr ve sefalet içinde de saflık ve yücelikle parlayan ruhlar yok mudur? Bir kalp sevmek için mutlaka servete, asalete mi muhtaçtır? Bence en gerçek ikbal, ruhun göründüğü iki güzel göz, en büyük servet kalbin hissini gösteren gül renginde dudaklardan akseden tebessümdür."


Dilber yeni evinde rahattır. Kendisine Fransızca da öğretilir. Artık 15 yaşına girmiş olan Dilber, Paul ve Virginie romanını okuyarak aşka özenmeye, duygusal hayatı öğrenmeye başlar. 

Paşa'nın oğlu Celal resim öğrenimi görmüş, iyi yürekli, neşeli bir insandır. Dilber'i model olarak kullanıp çeşitli kılıklarda onun resimlerini yapmaktadır. İlk zamanlarda kızı hiç umursamayan delikanlı, bir gün yine resmini yaparken onun güzelliğini fark eder. O gece odasına gizlice girip Dilber'in yatağında kendi resmini bulur ve onun da kendisini sevdiğini anlar. 

İki sevgili, rüya gibi bir aşk yaşamaya başlarlar. Ancak ailesi Celal'in bir hizmetçiyle aşk yaşadığını fark ettiğinde bu rüya da uzun sürmeyecektir. Ailesi, Celal'den habersizce Dilber'i bir esirciye satıp evden uzaklaştırır. 

-----------------------------------------içerik uyarısı-----------------------------


Sergüzeşt'te Dilber ve Celal arasındaki masalsı aşk, araya aile ve âdetlerin girmesiyle son bulur. Güzin Dino, Sezai'nin bir cariyeyle paşazade arasında uygun görülmeyen aşkı psikososyal bir mesele olarak ele aldığını söyler. Neredeyse tüm Tanzimat yazarları tarafından kullanılan bu mesele, toplumun gelenekten getirdiği bazı bozuk anlayışları düzeltmek ve dönüştürmeye çalışmakla ilgilidir. 

Berna Moran, Dilber'in Paul ve Virginie romanından çok etkilenmesinin, yazarın bilinçaltındaki Batılılaşma dönemi buhranının bir tezahürü olduğu yorumunu yapar. 


-----------------------------------------içerik uyarısı-----------------------------

"Acaba Nil'in bu müthiş, bu öldürücü girdap ve selleri bu zavallı Dilber'i, bu bedbaht esiri nereye götürüyor?.. Hürriyetine!"

Celal, Dilber'in satıldığını öğrendiğinde çıldırır. Her yerde onu arar ama bulamaz. Üzüntüden hastalanıp yatağa düşer. Dilber ise kabus hayatına geri dönmüştür. Yeni sahibi Mısırlı bir zengindir. Kızı haremine kapamak üzere Mısır'a götürür. Genç kız direnip hareme girmek istemeyince de onu malikânenin en yüksek odasına hapseder. Bu karanlık günlerinde ümitsizlik içinde kıvranırken bir gece malikânenin harem hizmetçisi Cevher gelir. Dilber'e ilk gördüğü anda âşık olmuştur. Odanın penceresine yüksekçe bir merdiven dayamış, Dilber'i kurtarmaya gelmiştir. Dilber zorlukla merdivenden inmeyi başarır ancak tam Cevher inecekken merdiven devrilir ve Cevher ölür. Ölürken Dilber'e, cebinde İstanbul bileti olduğunu, onu alıp kaçmasını söyler. Gecenin bir yarısı üzerinde dışarılık kıyafeti bile olmayan Dilber, kaçmaya cesaret edemez ve kendini Nil'in sularına bırakarak intihar eder.

-----------------------------------------içerik uyarısı------------------------------


Pertev Naili Boratav: "Türk romanı yalnızca Avrupa romanını taklit etmekle kalmaz, onun Türk hikâyeciliğinde kökleri vardır." der. Sergüzeşt de iyi ve kötü karakterlerin birbirinden keskin ayrımı, olayların masalsı anlatımıyla meddah hikâyelerini anımsatır. Ancak yazar, insanların duygularını mübalağasız vermesi, aşkı ilk görüşe indirgememesi, günlük olayları sade bir dille anlatmasıyla meddah hikâyelerinin çok daha ilerisine geçmeyi başarmıştır.

Sergüzeşt 1888-1889 aralığında yayımlandı. Osmanlı; 1876'dan itibaren Meclis'in kapatıldığı, özellikle yazar ve gazetecilerin ciddi anlamda baskı altına alındığı bir döneme girdi. Tanzimat'ın ikinci döneminin yazarları genellikle bireysel konuları işlemek zorunda kaldı. Sergüzeşt'in ikinci baskısı Cumhuriyet Dönemi'nde yapıldı. O baskıya yazdığı ön sözde Samipaşazade Sezai: "Akşamları yazı yazmak için masama oturduğumda penceremin altında dolaşan hafiyelerin ayak seslerini duyardım." diyor. Bu baskıya rağmen Sezai'nin cesur bir yazar olduğunu göz ardı edemeyiz. Romanını "Hürriyetine!" sözcüğüyle bitirmesi, esaret altındaki bireylerin ancak ölerek özgürlüklerine kavuşabilecekleri mesajı verir ki bu, dönemi için oldukça cesur bir tutumdur. 

Mehmet Kaplan'ın deyişiyle, ezilen masum insanla ezen, kötü, anlayışsız insanın tezadına dayanan Sergüzeşt bu yönüyle tüm zamanlara hitap ediyor. Bizeyse köleliğin tüm hallerinin ortadan kalktığı, insanların ezilmediği bir dünya dilemek kalıyor. 


Sergüzeşt bir roman değil de bir müzik olsaydı şu olurdu:


Fotoğraf: kitapkolikssi (İnstagram)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TÜRKÇE YAZILMIŞ İLK ROMAN: TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT

BİR İRONİNİN ROMANI: SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

BİR İDEOLOJİNİN ROMANI: TURFANDA MI YOKSA TURFA MI